“Unutmak, ikinci kez öldürmektir.
Hatırlamak ise direnmektir.”
12 Eylül 1980 sabahı, Türkiye bir daha asla aynı olmayacak bir güne uyandı. Tankların gürültüsü, televizyon ekranlarında askerlerin sert bakışları ve “yönetime el koyduk” cümlesi… O gün, sadece siyasetin değil; umutların, hayallerin, gençliğin de üstüne beton döküldü.
O yıllarda insanlar farklı fikirler için tartışıyor, meydanlarda haykırıyor, daha adil bir dünya için mücadele ediyordu. Elbette yanlışlar, çatışmalar, kavgalar vardı. Ama bütün bir toplum, işkencehanelerde kırılmayı, darağaçlarında susmayı hak etmiyordu.
Darbenin ardından suçlu ya da suçsuz bakılmaksızın on binlerce insan gözaltına alındı. Henüz hayatın başında, daha üniversite sıralarında olan gençler, “tehlikeli” damgasıyla tutuklandı. Kimileri bir kitabın sayfalarında, kimileri bir şarkının sözlerinde, kimileri sadece düşündüğü için suçlu ilan edildi.
Ve darağaçları… O soğuk ip, adaletin değil; intikamın ve korkunun sembolüne dönüştü. Bir sağdan, bir soldan… Adalet böyle mi olmalıydı? Henüz 17’sinde, annesinin gözyaşları arasında ölüme yürüyen gençlerin suçu neydi?
12 Eylül sadece bedenleri hapsetmedi; fikirleri susturdu, dilleri bağladı, kalpleri kırdı. İnsanlar birbirine güvenemez hale geldi. Bir şarkı mırıldanmak, bir şiir okumak bile cesaret ister oldu. Korku, evlerin duvarlarına sinen bir rutubet gibi toplumun içine işledi.
Bugün geriye dönüp bakınca, en çok da o gençlerin gülüşleri geliyor akla. İdam sehpasında bile “boyun eğmeyeceğiz” diyebilen o cesur bakışlar… Ve annelerin feryadı: “Oğlum suçsuzdu!”
12 Eylül, bir ülkenin belleğine kazınmış en büyük travmalardan biridir. Bizi biz yapan değerleri, özgürlüğü, adaleti, insan onurunu ayaklar altına almıştır. Ama hafızamız diri oldukça, o karanlık günleri hatırladıkça, aynı hataları tekrarlamamak için bir ışık taşıyabiliriz.
Çünkü en büyük görevimiz, idam edilenlerin, işkencede kaybolanların, haksız yere yıllarını zindanda çürütenlerin hatırasını yaşatmaktır.