Ortadoğu yeniden ısınıyor. İran ile İsrail arasında yükselen gerilim, aslında sadece iki devletin değil, çok daha geniş bir cephenin dolaylı mücadelesine işaret ediyor. Bu coğrafyada yıllardır süren vekalet savaşları, artık aleni çatışmalara dönüşme sinyalleri verirken, bölgedeki her ülke yeniden pozisyon almak zorunda kalıyor.
Tam da bu noktada Türkiye’nin tutumu, tarihsel hafızayı hatırlatan bir denge arayışını gözler önüne seriyor. Tıpkı İkinci Dünya Savaşı’nda olduğu gibi… O gün nasıl ki büyük güçlerin arasında taraf olmadan ama dengeyi koruyarak bir yol bulunduysa, bugün de benzer bir diplomatik akıl devrede olmak zorunda.
Zira Türkiye için Ortadoğu’daki her çatışma, sadece dış politika meselesi değil; doğrudan ekonomi, iç güvenlik, toplumsal barış ve gelecek nesillerin refahı anlamına geliyor. Bir cepheye açık şekilde angaje olmak, ekonomik olarak zaten kırılgan olan yapıyı daha da zora sokar, enerji güvenliğinden dış ticarete kadar geniş bir yelpazede istikrarsızlık yaratır.
***
Bölgedeki bazı ülkeler ideolojik ya da mezhepsel kamplaşmalarla hareket ederken, Türkiye’nin hem tarihsel sorumluluğu hem de jeopolitik konumu, onu doğal bir denge unsuru olmaya zorluyor. Bu zorunluluk bir tercihten öte, aklın ve sağduyunun dikte ettiği bir gerçekliktir.
Türkiye’nin ne İsrail’in tarafı olması mümkündür, ne de İran’ın arka bahçesine dönüşmesi...
Yapılması gereken, tıpkı geleneksel Türk dış politikasında olduğu gibi, “yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesine sadık kalmak; ateşe odun değil, su taşıyacak bir diplomatik pozisyon alabilmektir.
Bu denge siyaseti kolay değildir. İçeride her kesimi memnun etmez, dışarıda da zaman zaman eleştirilir. Ancak Türkiye’nin geleceğini, ekonomik istikrarını ve bölgedeki itibarını korumanın tek yolu budur: Aklıselim, sabır ve çok yönlü diplomasi.