Usta

Abone Ol

Bu gün son sınava da girdim. Diğer sınavlarım gibi edebiyat sınavım da iyi geçti.  Bütünlemem de olmadığına göre yaz tatilim bölünmeyecekti. Arkadaşlarla vedalaştıktan sonra yurttan valizimi alıp otobüs terminalinin yolunu tuttum. Yurdun batısına giden bütün otobüsler Yozgat’tan geçer; nasıl olsa boş yer bulurum diye düşünmüştüm ki,  yanılmışım; aynı gün Yozgat’a otobüs bileti bulamadım. Tüm otobüsler doluydu. Ertesi güne kalmak istemiyordum. İşim bittiğine göre bir an önce memleketime gitmeliydim. Veli’yle Üniversiteden şehre giderken veya şehirden yürüyerek üniversiteye dönerken 66 plakalı kamyonlara sık sık rastlıyorduk. Onlara ıslık çalıp el sallıyordum; onlar da korna çalarak karşılık veriyorlardı. Ana yol terminale fazla uzak değildi. 66 Plakalı kamyonlardan biri beni Yozgat’a götürür diye düşündüm. Tekrar valiz elimde yürüyerek ana yola çıktım, Yozgat yönüne giden kamyonları beklemeye başladım. Aradan on dakika geçti geçmedi elli sekiz plakalı bir kamyona gayrı ihtiyari el kaldırdım, o da durdu.

-Yozgat’a gideceğim abi, beni de alır mısın?

-Ben Sivas’a gidiyorum. Sivas’a kadar alabilirim.

Hiç tereddüt etmeden hemen arabaya atladım. Sivas’tan sonra fazla yolum kalmıyor, hem de oradan Yozgat’a daha kolay araba bulabilirdim. Şoför, tam kafa dengi birisiydi. Yolculuk boyunca hiç usanmadım. Hem şakacı, hem de hoş sohbet biriydi. Kızıldağ’da yemek yemek üzere mola verdik. Yemeğimizi yiyip çayımızı içtikten sonra, yemek parasını ben vermek istedim, ama şoför bana:

“Dur bakalım, senin paran geçmez. Sen daha talebesin, ne zaman okulu bitirip para kazanırsın, o zaman yemekleri sen ısmarlarsın, anlaştık mı?”

“Çok sağ ol abi, Allah razı olsun.”

Tekrar arabaya binip yola koyulduk. Sivas’a geldiğimizde gece yarısını geçmişti. Şoför Hasan abi bana dönerek:

“Ben seni terminale kadar götüreyim, oradan bir otobüse binersin. Ben buradan eve gideceğim.” dedi.

“Olur abi, çok sağ ol.” dedim.          

Hasan abi beni terminale bıraktı. Para uzattım, almadı. Vedalaştık; oradan aracına binip uzaklaştı. Terminalde bir müddet bekledikten sonra Ankara’ya giden bir otobüste yer buldum. Yozgat otobüs terminalinde indiğimde sabah ezanı okunuyordu. Evimiz terminale fazla uzak değildi. Yaya on beş dakika. Eve geldiğimde annem ve babam sabah namazına kalkmışlardı. Babam namazını kılmış, annem hala namazdaydı. Babamın elini öptüm, kucaklaştık. Salondaki sedire oturduk. Annem de namazını bitirdi, onunla da kucaklaştık. Kısaca okuldan ve yolculuktan bahsettikten sonra, Annem:

“Senin karnın açtır, yiyecek bir şeyler hazırlayım.” dedi.

“Fazla aç değilim anne, biraz uyumak istiyorum, yolculuk boyunca hiç uyumadım. Sivas’a kadar bir kamyonla geldim. Şoför uyumasın diye ben de uyumadım. Ama iyi bir adamdı, benden para almadı, hatta yemek paramı bile verdi. Sadece Sivas’tan buraya otobüs parası verdim.” dedim.  Annem:

“Allah razı olsun, elde ne iyiler var. İnsan evlâdıymış, işi rast gelsin.” dedi.

Daha sonra annem içeriden yastık yorgan getirdi, salondaki sedire serdi. Hava aydınlanmaya başlamıştı. Ben yorganı kafama çekip uyumaya çalıştım. Uyandığımda saat onu geçmişti. Babam fırından sıcak ekmek almış, annem de kahvaltıyı balkona hazırlamış, benim kalkmamı bekliyorlardı. Kahvaltıda patates piyazı da vardı. İçerisine sadece tuz, kırmızı biber ve soğan koyardı annem. Ben böyle sade olunca çok seviyordum.  Babam, o saate kadar aç duramaz, ekmeğin bir parçasını yemişti bile. Bahçedeki kendi eştiği kuyudan su çekip ağaçları ve karıkları suluyordu. Bahçeye domates, biber, soğan, maydanoz ekmişlerdi. Domatesler henüz kızarmamıştı. Çökeleğin içine soğan ve maydanoz koyarak dürüm almayı çok severim. Bahçeden taze soğan ve maydanoz toplamıştı annem. Öyle de yaptım. Birlikte kahvaltımızı yaptıktan sonra ben:

“Yarın için bir işe bakayım, çalışmam lazım.” dedim.

Babam:

“Hele birkaç gün gez.”

“Gezemem baba, okul parası biriktirmem lazım.”  dedim ve iş aramak üzere çarşıya doğru yola koyuldum. Yolda komşumuz Çakırın oğlu Salih’le karşılaştık. Çalıştığı inşaattan eve öğle yemeği için geliyormuş. Salih’le selamlaşıp kucaklaştıktan sonra Salih’e:

“İş bulmam lazım, sizin orda iş var mı?” dedim.  Salih de:

“Öylenden sonra inşaata gel, patrona söyleyelim. Bizim orda iş var. Beraber çalışırız.” dedi.

Şehirde biraz gezdikten sonra öğleden sonra iki buçuğa doğru Salih’in çalıştığı inşaata gittim. Salih’i buldum, sıva işi yapıyorlardı. Beraber patronun yanına gittik. Patron:

“Sıvacı ustaların yanında amelelik işi var çalışırsan.” dedi. İşi hemen kabul ettim. Boş gezmemem lazımdı. Yevmiye otuz beş liraya anlaştık. Ertesi gün işe Salih’le beraber gittik. Burada çalışmaktan zevk alıyordum. Zaman zaman ustaların yanına, iskeleye çıkıyor, perdah yapıyor; bazen de onlar istirahat ederken malayı küreği elime alıp sıva yapmaya çalışıyordum. Yapabiliyordum. Sağ olsun ustalarım da bana cesaret veriyorlardı. Her geçen gün kendime olan güvenim artıyordu.

Bir gün iş çıkışı sanayiye gittim; tahta kürek, tahta mala ve tirfil yaptırdım. Ertesi gün iş çıkışında da bir keser, bir keski ve bir mala satın aldım. Sıva takımını tamamlanmıştım. Bunların hepsini naylon kepek çuvalının içine yerleştirdim. Artık o günü bekliyordum. Bu arada duvarı sıvayabiliyor, iyi de perdah yapıyordum. Arada, ustanın elinden malayı küreği alıp onu dinlendirmem hoşuna da gitmiyor değildi. Hatta bazen kendisi bana malayı küreği veriyor, sigara içmeye iniyordu. Bu durumdan oldukça keyif alıyordum. Birkaç gün sonra buradaki işimiz bitti. Ertesi gün başka bir iş bulmam lazımdı. Sabah erken kalktım. Çökelekli bir dürüm yaptım, yanına da biraz yoğurt koyup kahvaltı yaptıktan sonra naylon çuvalı alıp doğru amale pazarının yolunu tuttum. Amele pazarına geldiğimde saat yediye geliyordu. Orada ameleler bir tarafta, ustalar bir tarafta birikmişlerdi. Ben de ustaların bulunduğu kalabalığın yanında yer aldım. Aradan fazla geçmedi, sarı Mercedes marka bir otomobil Tüpçü Kemal’in dükkânının önüne durdu. İçinden uzun boylu yakışıklı bir genç indi. Ustaların bulunduğu yere doğru yaklaşıyordu. Ustalar aralarında:

“Ulan, bu Mütayit Nuri Efe değil mi?”

“He lan o. Usta lazın ellaam.”

Mütayit Nuri Efe, ustaların yanına gelerek:

“Sıvacı ustaları lazım. Aranızda sıvacı var mı?”

Oradan sekiz on kişi birden Nuri Efe’nin etrafını çevirdi.

“Biz gidek ağam. Ne yeymiye vereciyin?” O da.

“Yevmiye Elli lira. İnce sıva yapılacak. Beş altı kişi gelsin.” dedi.

Ben hemen çuvalı alıp aralarına karıştım, arabanın içine bindim. Dört kişi arkaya bir kişi de öne bindi, inşaatın yolunu tuttuk. Ustaların hiçbirini tanımıyordum. Ben de ustayım diye aralarına karışmıştım, ama şimdiye kadar hiç ustalık yapmamıştım. Hep amele olarak çalışmıştım. Usta yevmiyesi alacaktım. İçimde biraz heyecan, ne yalan şöyleyim, biraz da ürkeklik vardı. Kısa bir yolculuktan sonra inşaatın bulunduğu yere geldik. Burası hapishanenin karşısında kooperatif inşaatlarıydı. Binaların kaba sıvası vurulmuştu. İnşaatın önünde bir amele ince kum eliyor, bir kaç amele de harç karıyordu. İnşaatın içine girdiğimizde iskeleler kurulmuş, adeta sıva için ustaları bekliyordu. Herkes bir odaya dağıldı. Benimle birlikte genç bir ustaya da salon düşmüştü. Orada tanıştık. Adı Mehmet, memleketi de Çorum imiş. İskeleye çıktık, keser ve keskiyi çıkarıp tavandaki çapakları temizlemeye başladık. Benim hem ellerim hem de dizlerim titriyordu. Tavanı temizledikten sonra Mehmet Usta amelelere:

“Harç getir!” diye seslendi. Keserleri, keskileri bir kenara bırakıp mala ve kürekleri çıkardık. Topal bir amele aksayarak el arabasıyla harcı getirdi ve teknemizi doldurmaya başladı. Harç kaymak gibiydi. İlkin Mehmet usta harcı küreğine ustaca doldurdu ve sanki ekmeğe tereyağı sürer gibi tavana çekti. Bir damla bile harç yere düşmedi. Ben de besmele çekerek harcı küreğe doldurdum, tavana sürmeye çalıştım, ama bütün harç şapır şapır yere döküldü. Nasıl utandım, birden bütün bedenim terden cım cılık su oldu. Bir daha denedim yine olmadı. Bu sefer harcı tavana malayla çarpmaya başladım. Bu sefer de attığım harçlar suratıma geri dönüyordu. Yüzüm gözüm harç içinde kaldı. Terlemiş suratıma gelen harç yüzümü, gözümü nasıl yakıyordu anlatamam… Attığım harcın çok az bir kısmı tavanda kalıyor yarıdan fazlası yere dökülüyordu. Neredeyse ağlayacaktım. Benim bu vaziyetimi gören Mehmet usta (Allah razı olsun.) beni hiç rencide etmeden:

“Yusuf Usta, ben tavanı çekiyim, sen perdah yap. Paturon görmesin.” dedi. O an üzerimden koca bir yük kalkmıştı. Ağzımdan tek bir kelime bile çıkmadı. Hemen malayı küreği bırakıp tehlizden tirfili, süngeri ve mala küreğini çıkardım. Perdah yapmaya başladım. Mehmet usta sanki bir mala cambazıydı. Öyle bir mala kullanışı vardı ki… Bir taraftan da bana, tavan çekmenin ve mala kullanmanın tekniğini göstererek anlatıyordu. Ben de arada bir perdah yapmayı bırakıp Mehmet ustanın gösterdiği şekilde tavan çekmeyi yeniden deniyordum. İyi bir gözlemci olmalıyım ki, daha ilk denememde harcın yarıdan fazlası tavanda kaldı. Ne güzel bir duygu tavan çekebilmek!…  Bir daha, bir daha derken elim alıştı. Tavan çekebiliyordum artık. Artık, Mehmet ustayla konuşabiliyordum. Şakalaşıyordum bile… Ne kadar mükemmel bir insandı! Beni orada bozabilir, “Sen usta ne değilsin. Ustayım diye gelmişsin, amelenin gözaçığı!!!” diyerek beni incitebilir, hatta patrona şikâyet edebilirdi. Bunu yapmadığı gibi bana da “Yusuf Usta” diye hitap ediyordu. Öğleye doğru salonu sıvamayı bitirmiştik. Kendisine ne kadar teşekkür etsem azdır. Öğle yemeği arasında da benim durumumdan hiç kimseye bahsetmedi. Artık ustaydım. Öğleden sonra ayrıldık, herkes bir odaya geçti. Bana da mutfak düşmüştü. Mesai bitimine kadar mutfağı tek başıma sıvayabilmiştim. Okul açılana kadar burada elli lira yevmiye ile çalıştım. Kazandığım parayı da Mark’a çevirdim. Bu parayla kimseye muhtaç olmadan bir yıl okuyabilirdim. Ondan sonrası için de Allah kerim…