Bugün size içine Neşet Ertaş’ın ruhunu sarmış, alın yazısı gibi bozkırın üzerine yapışan terk ediliş hikâyeleri ile bezenmiş bir diziden bahsedeceğim. Gidenlerin ardına hasretini işleyip padişahın kızına gönül veren Keloğlan inancı ile inatla sevmeye devam etmiş öyle saf öyle masum gönüllerden oluşan bir Anadolu hikâyesi : Gönül Dağı.
Son dönem dizilerine baktığımız zaman ısrarlı bir ‘Tarihi ben daha iyi anlatırım.’ çabası içindeki yapımlara şahit oluyorduk. Televizyon ekranlarını kaplayan yapımların, insanları bir ‘Kurgu Cumhuriyeti’ içinde çevirip durduğunu görmek zor değildi ve başlarda çok heyecanlı gelen bu dizilerin yavaş yavaş insanlar üzerindeki etkisini yitirmeye başlayacağı bir zaman elbette ki gelecekti. Seyircilerin sunulan kurgulardan sıkılıp kılıç, kalkanlar ya da devletin kendinin dahi bir türlü çözemediği ve adına ‘derin’ deyip geçtiği meseleler yerine hayatın tam içinden konular görmek isteyeceği zamanlar olacaktı.
Öyle de oldu. Ülkenin içinden geçtiği koşulları ve insanların taleplerini iyi analiz eden yapım şirketleri yaklaşan değişimi önceden sezdi ve yaşanmış hayat hikayelerinden oluşan yapımlara yönelmeye başladılar. Zengin hayatların sorunsuz hallerini işleyen dizilerden psikiyatrlara başvuran danışanların hikâyelerini anlatan ‘Kırmızı Oda’ya, en çok adam öldürenin galip geldiği dizilerden iki kardeşin yürek burkan hikâyesini anlatan ‘Masumlar Apartmanı’na ve estetik kaygısı yüksek başrol oyuncularının yer aldığı aşk dizilerinden bozkırda bir Anadolu masalı olarak sunulan ‘Gönül Dağı’na geçiş yaptık.
Bana soracak olursanız çok da güzel yaptık. Özellikle bu diziler arasında bir Gönül Dağı var ki her bölümünde ayrı bir lezzet ayrı bir samimiyet bırakıyor izleyicinin bakışlarında… Bütün bu hislerin ötesinde insanlığa farklı bir konuyu da hatırlatıyor, ‘Aslında bu hayatta herkes başroldedir ama sizi figüran olduğunuza inandırmaya çalışırlar.’
Peki bu hatırlatmayı nasıl mı yapıyor? Her yeni bölüm ayrı bir karakterin ağzından aynı soru ile başlıyor, ‘Şu hayattan ne öğrendin? Diye soracak olursanız bana...’ Bölüm boyunca soruyu soran karakterin dünyası, kendi anlatımıyla birlikte seyirci ile buluşturuluyor. Ailesini bırakıp hayırsız bir adama kaçan ve daha sonra üç çocukla baba evine dönmek zorunda kalan bir kadının hikâyesinden tutun da unutulmaya yüz tutmuş ‘Ağıtçılık’ mesleğini icra eden bir babanın hayat hikâyesine kadar her şey tane tane izleyicinin evlerine misafir oluyor.
Kırmıyor, dökmüyor, incitmiyor sadece yaşanılan dünyanın bütün üyelerine söz hakkı verip onları onların dilinden bizler ile buluşturuyor. İzleyicilere öyle samimi öyle candan bir ‘amcaoğlu’ ilişkisi anlatıyor ki gördüğünüz birliktelik karşısında içiniz umutla doluyor. Bu amcaoğulları ‘66’ adını verdikleri uçaklarını uçurmak için bozkırın ortasına ektikleri umutlarını sadece kendileri için değil bütün yöre halkının geleceği için diri tutmaya çalışıyorlar ve o da yetmiyor bu mücadele sırasında birinin derdi olsa diğeri onu kendi derdi sayıyor ve sorunun çözülmesi adına varını yoğunu ortaya koyuyor.
Gönül Dağı sadece bozkırda geçen aşkları ya da dostlukları anlatmıyor, bozkırın ortasında birikmiş hayal kırıklıklarını ve o kırıklıklara yara bandı olmuş çırpınışları da gözler önüne seriyor. Bize, yaşadığımız dünya düzeninde popüler sayılan meslekleri ıska geçmiş hayatların varlığından ve o yitip giden hayallerin yerine konumlandırılmış mesleklere yüklenen anlamlardan bahsediyor; hayatı boyu futbolcu olmak isteyip o hayallerini kırılan kemiklerinin arasında bırakan Düğüncü Muammer’in satırlarıyla:
‘Düğünler insanların dertlerini bir günlüğüne de olsa unuttukları yer, düğünler tertemiz hayallerin kurulduğu, tertemiz başlangıçların yapıldığı yer. Düğünler umutla tutulan ellerin, heyecanların, sevinçlerin yeri… Aynı futbol gibi…
Ben Muammer, Düğüncü Muammer. Bu hayattan ne öğrendin diye sorarsanız bana, hayatın bir düğün olduğunu söylerim size. Hüzün ile sevincin kol kola girdiği… Sıkıntı ile kolaylığın halay çektiği bir düğün…’
Böyle samimi ve unutulan değerleri yeniden hatırlatan yapımların artması dileğiyle…