Yıllardır konuşuruz. Dertleri dökeriz masaya. Kimi zaman kahvede, kimi zaman ekranda, bazen bir tweet’te. Ülkenin hali, toplumun hali, eşin, dostun hali… Herkesin bir fikri vardır, ama çözüm nedense hep “başkasında” aranır.
İlginçtir, insan en çok yakınına kördür. Kendi mahallesinden gelen bir yanlışı görmezden gelir, hatta bazen onu haklılaştırır. Aynı şey başkasından geldiğinde ise hemen tepki gösterir. Bu, sadece kişisel bir zaaf değil; aynı zamanda toplumsal bir refleks. Hepimiz az çok bu çelişkinin içinde yaşıyoruz.
Bunun güzel bir özeti, Temel ile Fadime’nin o meşhur fıkrasıdır:
Yıllardır birlikteler… Fadime bir gün sabırla döner Temel’e der ki:
“Artık evlenmemiz lazım.”
Temel hiç düşünmeden cevap verir:
“İyi de bizi kim alır?”
Komik mi? Evet. Ama aynı zamanda acı bir ironi.
İçinde bulunduğumuz durumları kabul etmiyor, çözüm üretmiyor, hatta daha da ötesi — fark etmiyoruz bile. Temel’in verdiği cevap aslında meseleyi öyle güzel özetliyor ki:
Birlikte bir geçmiş, birlikte bir yol, ama hâlâ dışarıdan bir onay, bir beklenti…
Yani sorun var ama algılama biçimimiz yamuk.
Toplum olarak birbirimize güvenmiyoruz ama en çok da kendimize güvenmiyoruz.
Sorunları konuşuyoruz ama sorumluluğu almıyoruz.
Kendi fikrimize âşık, başkasının doğrusuna düşmanız.
Oysa mesele kimin dediği değil, neyin doğru olduğu.
Fark etsek, belki birlikte yaşadığımız tüm bu kaosu dönüştüreceğiz.
Ama önce şu soruya dürüstçe cevap vermemiz gerek:
Biz gerçekten çözüm mü istiyoruz, yoksa sadece konuşmak mı hoşumuza gidiyor?
Ve en önemlisi:
Sorunlara “biz” gözüyle bakabildiğimizde, “bizi kim alır” sorusunun da cevabı kendiliğinden gelecektir.
Çünkü önce biz kendimizi almalıyız.
Kendimizi fark etmeli, yüzleşmeli, değiştirmeliyiz.
Belki o zaman işler değişir.
Belki o zaman gerçekten evleniriz… dertle değil, çözümle.