Eğitimde “Paranın Gücü”nün Gölgeleri

Türkiye’de eğitim uzun yıllardır “eşitlik” kavramıyla birlikte anılır. Cumhuriyet’in en büyük kazanımlarından biri, her çocuğun parasız ve nitelikli eğitim hakkına sahip olmasıydı. Ne var ki bugün, çocukların geleceği söz konusu olduğunda ailelerin cüzdanları arasındaki uçurum giderek derinleşiyor.

Devlet okullarında eğitim “parasız” denilse de veliler okul kayıtlarında harç, bağış ya da çeşitli katkı paylarıyla yüz yüze geliyor. Yasal olarak zorunlu olmayan bu ödemeler, uygulamada neredeyse kaçınılmaz hale gelmiş durumda. Veliler, sınıf perdelerinden fotokopi masraflarına, güvenlikten temizlik giderlerine kadar birçok kalemde okulun ayakta kalabilmesi için katkıda bulunmaya zorlanıyor.

Öte yandan özel okullar ise bambaşka bir uçurumun kapısını aralıyor. Eğitim kalitesini, yabancı dil imkanlarını, sosyal aktiviteleri bir “marka” gibi pazarlayan özel kurumlar, yıllık ücretlerini adeta döviz kurlarıyla yarıştırıyor. Birçok özel okulda bir öğrencinin yıllık maliyeti bir asgari ücretlinin on yıllık kazancına eşdeğer hale geldi. Orta gelirli ailelerin bu yükü taşıması neredeyse imkânsız.

Sonuç mu? Eğitimde fırsat eşitliği yara alıyor. Çocuğu devlet okulunda okuyan veli, en temel giderler için cebinden fazladan para çıkarmak zorunda kalıyor. Çocuğunu özel okula gönderen veli ise borç, kredi ya da büyük bir fedakârlıkla ayakta durmaya çalışıyor. Bu denklemde kaybeden, en çok da geleceğimiz olan çocuklarımız oluyor.

Eğer eğitim gerçekten anayasal bir haksa, devletin görevi yalnızca kapıyı açmak değil, içeriyi aydınlık ve adil kılmaktır. Eğitim, ayrıcalık değil, eşitlik demektir. Bugün bu dengeyi sağlayamazsak, yarının toplumunda adaleti, huzuru ve ortak bir geleceği inşa etmek çok daha zor olacak.